Geçmişten günümüze süregelen bir adabı bir ritüeli vardır meze sofrası kurmanın. Eskiden mezeler genellikle el büyüklüğündeki ‘piyata’ denilen küçük tabaklarda servis edilirmiş.
Meze sofrasının örtüsü mutlaka beyaz olmalı, sofra sekiz kişiden fazla olacak ise her mezeden iki porsiyon hazırlanmalı ve masanın iki tarafına eşit olarak paylaştırılmalıymış ki sofrada oturanlar birbirinin üzerinden kollarını uzatıp yanında oturanı rahatsız etmesin.
Sofralarda küçük porsiyonlarla sunulan, lezzetli başlangıçlar şeklinde tanımlanan ancak bir kaç kelimelik bir tanımdan daha fazlasını hak eden meze, derin bir konudur. Meze demek sohbet demektir, karın doyurmak için bir araç değil, sofraya oturmak için bir amaçtır. Aman soğumasın diye telaşla yediğimiz yemeklerin aksine ilgi, alaka ve sakinlik bekler bizden. Hem lezzet hem de görüntü olarak sohbetlerimize eşlik etmek ister. Tadına vararak yemesi ise ayrı bir ustalıktır. Meyhane kültürünün temelidir ve bir adabı vardır. Masa başındakilerin haleti ruhiyesine, nabzına göre sırayla, azar azar verilir. Meze demek illaki çetrefilli tarifler demek değildir. Zeytinyağı mesela, tek başına bile bir meze olarak sayılabilir. Aslında meze değil de altlık denir, sofranın mide yumuşatıcı başlangıçlarına. Zeytinyağlılar, yoğurtlu mezeler, lakerda, uskumru gibi gider.
Leave a reply